Sokrates idam edilmeden önce karısı koşarak yanına gelir ve şöyle der: “Bey bey seni haksız yere asıyorlar.” Sokrates ibretlik şu cevabı verir:
“Haklı yere assalar daha mı iyi olurdu?”
Evet gün geçmiyor ki, biri haksızlığa uğramasın, haksız ithamlar altında bırakılmasın.
Şırnak Vekilimiz Sayın Rizgin Birlik hakkında yapılan yalan haberlerinde bunlardan ibaret olduğunun farkındayız. Bu yüzden iddia sahiplerine tek bir sözüm var:
Müddei iddiasını ispatlamakla mükelleftir. Bu hukukun en temel kaidesidir. Aksi halde iftiracı durumuna düşer. Diyerek bu konuyu kapatıyorum.
Büyük Rus yazarı Turgenyev, soğuk bir akşamüstü evine doğru yola çıkmış. Yolda bir dilenci kendisinden para istemiş. Bütün ceplerini kurcalayan Turgenyev, ne yazık ki hiç para bulamamış. Bunun üzerine kendisine uzatılan soğuk elleri kendi elleriyle ısıtarak:
'Kusura bakma kardeşim sana verecek bir şeyim yok' demiş.
Dilenci; 'Verdiniz ya efendim' demiş. 'Bana kardeşim dediniz.'
Görüyorsunuz işte yok iken bile verebilmek ne kadar güzel bir şey. Ya, var iken ver(e)meyenler.
Kısa süre önce İstanbul’a birkaç günlük bir seyahat yapma şansım oldu. Gitmişken bazı tarihi yerleri görmeden olmaz dedim ve Sultanahmet’e doğru yola koyuldum. Yolda ünlü bir restorandın önünde oturmuş gülümseyen kız çocukları gördüm. Merak ettim ne yapıyorlar diye, neyle uğraşarak bu kadar gülümsüyorlar diye. Yanlarına yaklaştığımda gördüklerime inanamadım. Meğerse lokanta sahibi lokantanın çöplerini karıştırmalarına izin vermiş. Kaldırıma oturmuş çöpleri açıp seçiyorlardı. Tavuklar bir yana ekmekler bir yana ketçaplar bir yana, bunları yaparken yüzlerinde güller açıyordu ve üstelik her fırsatta parmaklarını yalıyorlardı. Yazıklar olsun İstanbul sana dedim, sen tarihinden, kültüründen, medeniyetinden hiçbir şey bırakmamışsın, benim gözümde bir taş yığınından ibaretsin dedim. Sonra insanlarına da kızdım, sözde Müslümanlığı en güzel yaşayan şehrin insanlarısınız.
Biz insanlar ne kadar da zalim olduk böyle, ne ara bu kadar toplumsal sorunlara duyarsız kaldık. Sıcacık yataklarımızda uyurken aç insanları ne ara düşünmemeye başladık. İnsanlar çaresizken son model araba ve telefonlarımızla onlara ne güzel gösteriş yaptık. Başkalarında kötü olan her şeyi gördük, ancak kendimizdeki kötülükleri hep görmezden geldik. Yaptığımız en ufak iyilikleri bile bağıra çağıra anlattık ama yapmadıklarımızı söylemedik. Her şeyimizle tüm benliğimizle dünyaya sarıldık ve bencil birer insan topluluklarına döndük.
Bakın size bir hikâye anlatayım:
Konfüçyüs’e göre bazı insanlara bir şeyler öğretmenin en iyi yöntemi ona örnek göstermekti. Bu nedenle sınıfa giderken yanına bir vazo aldı, öğrencilerinin yanında vazoya bir elma attı, daha sonra vazoyu yere bıraktı ve şöyle dedi: “Elmayı vazodan çıkarmayı başarabilen öğrenci, elmayı yiyebilir.” Çocuklardan biri hemen denemek istedi. Elmayı sımsıkı yakaladı ve çıkarmaya çalıştı ancak elmayı bırakmamak için o kadar sıkı tutuyordu ki, eliyle beraber elmanın vazodan çıkması olanaksızdı. Konfüçyüs; “Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini bile çıkarman mümkün olmayacaktır,” dedi. Çocuk istemeye istemeye elmayı elinden bıraktı. Konfüçyüs vazoyu yerden alıp ters çevirdi. Elma vazonun içinden yuvarlanıp avucunun içine düştü. Çocukların hepsi gülmeye başladı. Aslında o kadar basit bir şeydi ki bu.
Konfüçyüs, 'Fakat bu, göründüğü kadar basit değil,' dedi. Elmayı havada tutuyordu konuşurken:
'Bazen bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek, zor bir iştir. Onu bırakabilmek bir marifettir. Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız. Eğer bir şeyleri hatalı yapıyorsanız bunu derhal durdurmalısınız. Bırakın iki arabanız iki eviniz olmasın, on ayakkabınız, yirmi gömleğiniz olmasın, evleriniz tıka basa eşya dolu olmayı versin.
Kalpleriniz tıka basa sevgi, evleriniz tıka basa huzur dolsun, bunun da yolu insanlara yardım etmekten, onları mutlu etmekten geçer.
Siyaset gündemi kaynıyor, herkes hazırlığını AK Partinin gitmesi üzerine yapıyor. Peki ya gitmezse? AK Parti hala eski söylemlerine devam ediyor. Haklıyız, doğruyuz, çalıştık, yol yaptık, köprü yaptık, adalet getirdik. Ama ya artık bunlar millete yeterli gelmiyorsa? Başkanlık ve Parlamenter sistemlerinin hangisi daha iyi tartışmaları sürüp gidiyor. Ya ikisi de birbirinden berbatsa? Batının gözünde imajımız kötü, onlara göre yobaz, diktatör, barbar ve cani bir milletiz velev ki gözlerinde iyiyiz çok mu önemli?
İnsanlar aç, yoksul, zorda, kışın üşüyor, yazın sıcaktan perişan oluyorlar. Bir kuru ekmeğe muhtaç duruma geldiler. Ancak biz ne yapıyoruz mal, mülk biriktirme telaşındayız. Bugün deseler ki Peygamber Efendimizin Sakal-ı Şerifi ve Hırka-i Şerifi Şırnak iline getirilecek, tüm halk görmek için sıraya girer, yahu peygamberimizin sözlerine, ahlakına göstermediğimiz ilgiyi Sakal-ı Şerifi ve Hırka-i Şerifine göstermişiz neye yarar. Önce etrafımızdaki insanlara yardım edelim.
Platon ne diyor: çok şeye sahip olmak yerine, az şeye ihtiyaç duyarsak sorunlarda ortadan kalkar.
Fatih Altaylı sürekli soruyor ya, biz ne zaman adam oluruz diye?
Cevap vereyim:
Bizden adam falan olmaz!