Cenab-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “Yaptığınızı(işinizi) güzel yapın; Allah (işini) güzel yapanları sever.” (el-Bakara, 2/195) Vazifelerin, sorumlulukların, iyilik adına işlenen amellerin, uyarı ve ıslah namına yapılan veya yaptırılan işlerin, ekstradan yerine getirilen çabaların, -velhasıl ne olursa olsun- yapılan her işin ve amelin güzellikle yapılması emredilmiştir. Zira böyle yapmak Allah sevgisine ulaştıracak önemli ve kestirme bir yol gibidir.
Günümüz dünyasında, şehrimizde, mahallemizde, sokağımızda şahid olduğumuz olumsuz durumlardan birisi -maalesef- iş ahlakına uygun yapılmayan şeylerdir.
İşe girmeden önce, bir yerde işe başlamadan evvel, istenilen bir yere iş veya görevimizi aldırmadan önce genelde şöyle deriz: Yeter ki işe gireyim, ne iş olsa yaparım, görevimi en iyi şekilde yaparım, herkesten fazla çalışırım, fedakârlık da yaparım. Ancak amaçladığımız şeye ulaşır ulaşmaz -tabiri caiz ise- hemen yan çizeriz. Daha ilk günden verilen işi beğenmeyiz, odamız hoşumuza gitmez, bize sağlanan imkanları az buluruz. Nasıl olsa garantiledik ya işi. Hemen su koyuveririz.
En başta yukarıdaki ayet olmak üzere dinimizin güzel ilke ve prensipleri bize bunu mu öğretmiştir. İşten kaçmayı, işi yarım yapmayı, eksik bırakmayı, bahane bulmayı ne kadar da çok seviyoruz toplum olarak.
Avrupa ülkelerine gidenlerimiz onların iş ahlakından dürüstlüklerinden dem vurur. Ama kendi başarısızlıklarımıza hep dışarıda daima kendi dışımızda sorumlu arama gibi bir hastalığa dûçar olduğumuzdan ne doğru teşhisi ne de tedaviyi gerçekleştiremeyiz bir türlü. En azından bu tür güzel hasletlerin onları hangi alanlarda başarıya ulaştırdığı, onlara ne gibi avantajlar sağladığı hususları üzerinde bile doğru dürüst durmayız.
Halbuki hem dünyamızı imar edecek hem de ahiretimizi âbâd edecek fiil ve davranışlara ne kadar muhtacız. Üstelik çok yakınımızda ve rahat ulaşabileceğimiz yerde onlar. İnsani değerler ve evrensel norm ve kaideler içerisinde ne ararsanız, Yüce İslam’ın ısrarla üzerinde durduğunu görürsünüz.
Ecdâdımızın parlak dönemlerine baktığımızda, dedelerimizin ve atalarımızın az bilgi ama güzel amelle donatılmış sade ve mütevazı hayatlarına baktığımızda genelde güzel bir ihlasla yoğrulmuş iş ahlakını buluruz karşımızda. Örneğin tarihimizde şöyle uygulamalar da olmuştur. Ayakkabıcı esnafının yaptığı ayakkabılar devamlı kötü çıkarsa buna gelecek şikayetlere Ahi teşkilatı el koyardı. Ahi lideri bu esnafın kötü pabucunu dama atar ya da dükkanına astırırdı. Böylece kötü ayakkabısı teşhir edilen kişi aynı şeye devam ederse orada iş yapamaz hale gelirdi. (Pabucu dama atılmak deyimi de buradan gelir). Onlarda böyle bir iş ahlakı vardı. Dürüstlük ve helal kazanma kaygısı vardı. Azla yetinme ve kanaat vardı. Her haline şükretme vardı. Sonuna kadar çalışma ve sonucu Allah’a bırakma duygusu yani tevekkül vardı.
Ama unutmayalım İslamiyet sadece onlara inmemişti. Dinin yalnızca onlardan bir beklentisi yoktu. Biz de aynı hususlarla muhatabız. Belki işimiz ve imkanlarımız onlarınkinden daha da kolay. Ancak marifet odur ki imtihanı başaralım.
Hz. Ömer’in yanında bir kişi övüldüğünde, öven kişiye şunu sormuş: “Sen övdüğün kişiyle komşuluk, yolculuk veya ticaret yaptın mı?” Muhatabı hiçbirini yapmadığını söyleyince Hz. Ömer şöyle demiş: “Sanıyorum, sen onun camide Kur’ân okurken başını salladığını gördün”. Adam da bunu teyit edince Hz. Ömer sözlerine şöyle devam etmiş: “O zaman övme, çünkü ihlas kulun boynunda değildir.” Burada Hz. Ömer’in vurgulamak istediği gerçek, zahire aldanmamak, insanın fiillerine ve beşerî ilişkilerine göre değerlendirme yapmanın daha isabetli olacağıdır. Bir başka deyişle kişinin bireysel takvasından ziyade -ki bu husus onunla Rabbi arasındadır- toplumsal takvaya bakmanın daha pratik sonuçlara kapı açacağıdır.
İslamiyet’in ölümsüz prensip ve ilkelerinin hayatımızın her alanında hissedilmesi ve özellikle iş ahlakına uygun faaliyetlerde bulunmamız duasıyla….