İslam Medeniyeti temelde dine dayalı bir medeniyettir. Bu yönüyle Yunan ve Bizans Medeniyetlerinden daha çok manevi bilimlere ve bu ilimlerin ortaya koyduğu değerlere yer vermiştir. Hicaz topraklarında doğarken eski Arap yaşayışından, Suriye ve Mısır’da Eski Yunan Medeniyetinden, Kuzey Afrika’da Berberilerden, Irak ve İran’da Sasani Medeniyetinden etkilenen ve onları da etkileyen İslam Medeniyeti, geniş bir zaman süreci içinde kültür, gelenek ve düşünce miraslarını kendi potasına alıp eritmiştir.
Eski kültür ve medeniyetlerden etkilenme bir kusur değil, aksine İslam Medeniyeti ve düşüncesine zenginlik katan değerlerdir. Çeşitli ırk ve inançların yeni kültür içinde mutlaka bir katkısı bulunacaktır. İslam Medeniyeti, eskiden batılıların dediği gibi bir Arap Medeniyeti değildir. Bu medeniyetin içinde Müslüman bütün milletlerin payı vardır. (Kayaoğlu, 1986, 205-211)
İslam’ı her zaman ve zeminde hayatiyetini sürdüren bir bünye olarak görmek istiyor ve İslam Kültürünün de ona ait olanla, nispet edilen arasında ciddi bir ayırım yapılarak sağlıklı bir şekilde yoluna devam etmesini arzu ediyorsak, Kur’ân-ı Kerim ile Hz. Peygamber’i (sas) ve Sünnet-i Seniyye’sini tanımak ve öğrenmek zorundayız. (Ünal, 2003, 25-33)
Şu durum çok net bir şekilde anlaşılmaktadır ki, kültürel gelişim sağlamamız için öncelikli yararlanacağımız kaynak dindir. Bizim kültürümüz seküler bir kültür değil, adetâ İslam’la iç içe geçmiş bir kültürdür. Her unsuruyla İslam’a uygun düşmese de onun genel hatlarıyla beslendiği ana kaynak İslam Kültürüdür.
Temel dayanağı din olan bir kültüre sahip olmamız başka kaynaklardan istifade etmeyeceğimiz anlamına gelmemektedir. Zaten dinin kendisi de bizden bunu istemiyor. Aksine Yüce İslam ve onun Aziz Peygamber’i (sas) gönderildikleri toplumun kültürünü tamamen reddetme veya kaldırma yoluna gitmemiştir.
1-İslam, kimi kültürel öğeleri olduğu hal üzere bırakmış yani kabul etmiştir. Bu tür kültürel unsurların fert ve toplum yararına olan öğeler olduğunu belirtmeye gerek yok herhalde. İnsan fıtratına uygun bir din olan İslam’ın başka bir tavır göstermesi de beklenemezdi. Örneğin Hz. Peygamber’in (sas) peygamberliğinden önce üye olduğu Hilfu’l-fudûl anlaşmasına dayalı olan kuruluş akla gelmektedir. Kaynaklarımızda Hz. Peygamber’in (sas) peygamber olduktan sonra da bu kuruluştan övgüyle bahsettiği, İslâm’ın onu daha da pekiştirdiğine inandığı ve bu anlaşma yeminini kızıl tüylü bir deve sürüsüyle de olsa asla değişmeyeceğini, tekrar çağrıldığı takdirde de tereddüt göstermeden derhal icabet edeceğini söylediği (Müsned, 1/190; DİA, ilg.md.) kaydedilmektedir.
2-Bazı kültürel âdetleri de revize etme yoluna giden İslam, bu tür unsurlarda insanlık onuruna veya İslami değerlere aykırı düşen yönleri gerektiğinde ıslah ederek veya doğru olan tarafa evirerek değerlendirmiştir. Mesela ‘zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et’ buyurduğu hadiste, sahabenin biraz da şaşırarak mazluma yardım etmeyi anladıklarını belirtip zalime nasıl yardım edeceklerini sorması üzerine Allah Resûlü (sas) ‘onu zulmünden el çektirirsin, böyle yardım etmiş olursun’ (Buhârî, “İkrâh”, 7) buyurması dikkatimizi çekmektedir. Zira cahiliye döneminde baskın bir asabiyet (ırkçılık, akrabacılık) kültürü vardı. Haklı olsun haksız olsun akrabaya yardım etme yolunu seçerlerdi.
Aslında burada şu noktayı da vurgulamadan geçemeyeceğiz. Günümüzde maalesef yaşadığımız bölgede ortaya çıkan kimi tartışma ve kavgaların da bu türden bir asabiyet fikrine dayandığını söyleyebiliriz. Bazen bu tür kavgalarda insanlar fitneyi büyümeden söndürme yoluna gitmek yerine eski defterleri açmakta, kavganın daha da büyümesine yol açmaktadırlar. Kimi insanlarımız, Yüce Rabbimiz’in “İyilik ve takva hususunda yardımlaşın, günah ve haksızlık yolunda yardımlaşmayın.” (el-Mâide, 5/2) emrine rağmen, haksız da olsa zalim de olsa kendi akrabasına veya arkadaşına yardım etmektedir. Hâlbuki bu durum ne insanîdir ne de İslamî. Bu yönümüzü samimiyetle gözden geçirmeliyiz.
İşte Hz. Peygamber’in (sas) bu tür ıslah edilmesi gereken bazı kültürel öğeleri İslamileştirerek ve insanileştirerek revize edip yaşatma yoluna gittiğini müşahede etmekteyiz.
3-Kimi kültürel öğeler de hiçbir insani değer taşımadığı ve insanlık onurunu rencide ettiği için Hz. Peygamber (sas) tarafından kesin olarak kaldırılmıştır. Faiz, kan davası vb. birçok uygulama kat’î surette yasaklanmıştır.
Kültürel gelişimimizi değerlendirirken İslam’ın bu pratik yaklaşımlarını daima göz önünde tutmalıyız. Elbette her kültürde milli, coğrafi, örfi ve beşerî temeller bulunacaktır. Bunların hepsi birer zenginliktir ve muhafaza edilmesi gerekir. Ancak Müslüman bir toplum olarak dinimizin alt yapısını kurmadığı bir kültür binasını inşa etmemiz mümkün değildir.
İslam bizimle şeref bulmadı; aksine biz İslam’la şeref bulmaktayız. Ne kadar sarılırsak dini değerlerimize; kültürümüzü de o derecede daha iyi ayakta tutarız.
Bugün kültürel aktarım sadece evde, eğitim kurumlarında veya mahallede değil; artık ekranlarda, sosyal medya akışlarında gerçekleşiyor. Her gün bilinçli veya bilinçsiz maruz kaldığımız içerikler, kültürel kodlarımızı yeniden yazıyor. Geleneksel ile dijital dünya arasında sıkışan zihinler, aidiyet sorunları ve kimlik karmaşası yaşayabiliyor. Bu nedenle, kültürel mirasımızı yaşatmanın yolu; onu nostaljik bir dekor olarak sunmaktan değil, dijital çağın diline tercüme ederek genç nesillere yeniden ulaştırmaktan geçiyor.
Günün getirdiği gelişmelere tabii ki ayak uyduracaktır, Müslüman. İslam’ın yeniliklere açık olmadığını söylemek büyük bir haksızlıktır. Modern dönemde yaşanan teknolojik gelişmeler ile âdeta bir köy haline gelen günümüz dünyasında toplumların birbiriyle olan sıkı iletişim ve irtibatı kültürel gelişimimize engel olmamalıdır.
Bir ayağımız köklerimizde diğer ayağımız modern dünyanın baş döndürücü gelişmelerinin yaşandığı yerde olursa, sarsılsak da düşmeyeceğimize emin olun. Bizim Kur’ânî temeller üzerine Nebevî ölçülerle bina edilmiş olan İslam Kültürü binamız, milli, yöresel, modern vb. birçok kaynaktan daha beslenecektir. Ancak İslam süzgecinden geçirmek suretiyle…
Gelenek ve moderniteyi pekâlâ aynı potada eritebiliriz. Modern dünyayla bağlantı kurulduğunda güçlü ve derin kültürümüzle irtibat koparılmayabilir. Örf, adet ve ananelerimize sıkı sıkıya tutunmamız teknoloji çağında bizim için bir eksiklik değildir. Öyle görülmemelidir.
Tamamen mazide kalmak suretiyle bağnazca bir yaşamı tercih etmiyoruz. Ama köksüz ve temelsiz bir modern hayata da şiddetle hayır diyoruz. Kültürümüz zenginliğimizdir. Onu daha zenginleştirmek de elimizdedir.
Kültürün en güçlü alıcısı çocuklardır ve en canlı taşıyıcı da ailedir. Aile yapısının zayıflaması kültürel aktarım zincirinin halkalarının kopmasına sebep olur. Büyüklerin hikâye, masal anlatmadığı, çocukların atasözü, bilmece, tekerleme duymadığı evlerde kültür sessizce yok olup gider. Bu noktada aileyi bir araya getiren aile sofraları, dini bayramlar, taziye, hasta ziyaretleri gibi değerler yalnızca gelenek olarak değil, aynı zamanda kültürel hafızanın yeniden yazıldığı anlar olarak kabul edilmelidir.
Yaşadığımız şehirde, köyde, mahallede giyim kuşamdan tutun da yemek çeşitlerine; nişan, düğün, mevlid merasimlerinden taziye kültürüne, aile içi iletişimden büyüklere karşı saygı küçüklere karşı sevgi ve şefkate, cami kültüründen sokaktaki âdab-ı muaşerete, oyun ve eğlence kültüründen sportif faaliyetlere, göçebe kültüründen şehirli yaşama, yardımlaşma ve dayanışmaya dayalı imece usulü kardeşlik köprülerine kısacası bize ait olan, bizi biz yapan, bizim orijinal ve özgün yönlerimizi ortaya koyan bütün kültürel değerlerimizi titizlikle yaşatmalıyız.
Dinî, millî ve insanî süzgeçlerden geçirdikten, yani -varsa- yanlışlardan arındırdıktan sonra geriye kalan kültürümüzü bırakmamak üzere kucaklamalıyız. Torunlarımıza bırakacağımız en önemli miraslardan biri -inanın- bu kültürümüz olacaktır. Bu kültür, geçmişten geleceğe uzanan sessiz bir dua ve yaşayan bir emanettir. Korumazsak kaybederiz, yaşatırsak hem biz hem gelecek kazanır.
Rabbim, bizleri dinî, millî, manevî değerleri özümseyen; kültür, gelenek ve örfüne sahip çıkan; güzel ve doğru olanı alıp, yanlış ve kötü olanı reddeden kullarından eylesin. Âmin.