Abdullah b. Amr’dan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların selâmette olduğu (zarar görmediği) kimsedir. Muhacir de Allah’ın yasakladığını terk eden kimsedir.” (Buhârî, “Îmân”, 3).
Başka bir hadiste de hicretin “kötü şeyleri terk etmek” anlamına geldiği belirtilmektedir (Müsned, 4/204). Hicretin ahlâk ve zühd ile ilgisine işaret eden âyet ve hadisleri dikkate alan mutasavvıflar bu kavramı hem haramları terk edip kötülüklerden uzaklaşmak, hem de nefsi terbiye etmek maksadıyla yolculuğa çıkmak veya kalben ve zihnen halkı terk etmek anlamında kullanmış, seyrüsülûk dedikleri manevi yolculuğu da bir çeşit hicret saymışlardır (DİA, 17/458-462).
Günaha karşı en iyi tedavi, ona düşmemek ve onu işlememektir. Günahtan kurtuluşun en iyi yolu onun semtine yolunu düşürmemektir.
Kur’ân-ı Hakîm’de zina ile ilgili ayette geçen ‘yaklaşmayın’ ifadesi hepimizin dikkatini çeker. İşlemek zaten haram, ama yaklaşmak da yasak; o yola bir girilirse haramın işlenmemesi adeta imkansızlaşır. Ayetteki bu hikmetli ifade kulaklarımıza küpe olmalı; her günaha karşı.
‘Gerçek muhacir, Allah’ın yasak kıldığı şeyleri terk edendir’ hadisi ile hicretin birinci özelliği olarak zikredilen günahları terk etmek beyanının çizdiği çerçevedeki hicretin belli bir yurdu ve zamanı yoktur. Kişilerin özel şartlarına bağlı olarak her yer ve her zamanda geçerli ve bu yüzden de süreklidir. Bu anlamıyla hicret, dinamiktir ve kıyamete kadar da işlevseldir. Bu durumu Hz. Peygamber’in, Veda Haccı esnasında ifade buyurduğu şu cümlelerde de görmekteyiz: “Size gerçek mümini tarif edeyim mi? O, Müslümanların malları ve canları konusunda kendisinden emin oldukları kişidir. Olgun Müslüman insanların dilinden ve elinden gelecek zararlardan salim oldukları kimsedir. Asıl mücahid, Allah’a itaat konusunda öz nefsiyle mücahede eden; hakiki muhacir de hata ve günahları terk eden kişidir.” (İbn Hıbbân, Sahih, 11/204) Neden öncelikle günahları, yasakları veya hata ve günahları terk etmek, hicretin ilk özelliği olarak veriliyor ya da tarife oradan başlanıyor diye bir sorunun akla takılması mümkündür. Dikkat edilirse mekandaki hicret önce terk sonra vuslattan oluşmaktadır. Yani hicret aslında bulunduğu yeri ve konumu terk edip başka bir yere intikal etmektir. Aynı şekilde zamandaki hicret de önce yasaklardan uzak durmak, onları terk etmekle başlar, emirlerin takat ölçüsünde yerine getirilmesiyle asıl amacına ulaşır. Bir anlamda bu demektir ki; terk edilmesi gerekenlerden vazgeçmedikçe emirlerin yerine getirilmesi, yeni bir kimlik veya vuslat için yeterli olmayacaktır. Bu sebeple hicrette en önemli adım ‘terk’i gerçekleştirmektir. İslam’ı yaşama niyeti işte bu ‘terk’ iradesiyle kendini gösterir. Bazı şeyleri terk etmeye razı olmadan yeni güzelliklere ulaşmak sadece bir kuru ümittir. O da sahibini avutmaktan başka bir işe yaramaz. Nitekim bu önce terk sonra amel çizgisini başka bazı hadislerde de açıkça görebilmekteyiz. Meselâ Peygamber Efendimiz (sas) aynı manayı, yani bulunduğu yerde dini yaşama görevini bir soru üzerine şöyle ifade buyurmuştur: “Hicret, gizlisi ve açığıyla bütün fuhşiyâtı terk etmen, namazı kılman, zekâtı vermen demektir. Bunları yaparsan bulunduğun yerde de ölsen, sen muhacirsin.” (Müsned, 11/489) O halde bugün yapılacak iş, göç edecek yer ve yurt aramak değil, bulunulan yerde hicret eylemi içinde olmak, yani sürekli daha iyinin ve daha güzelin, kemalin peşinde koşmak, İslâm’ı daha bir samimiyet ve dikkatle yaşamaya çalışmaktır. Dinin hazır yaşanmış halde pazarlandığı herhangi bir yer yoktur ki oradan satın alasın. O, herkesin kendi imkân ve iradesi ölçüsünde yine kendisinin gerçekleştireceği bir görev ve mutluluktur. Hicret, işte bu kemâle gidişin adıdır (Çakan, 2011).
Evet, hicret terk etmek demektir. Kötüyü bırakıp iyiye sarılmaktır. Kötülükten iyiliğe kaçmaktır. Haramlardan helallere kaçmaktır. Gayrimeşru işlerden meşru işlere kaçmaktır. Allah’ın yasaklarından uzak durmaktır. Bunları başarabilen, hicret ehlidir. (Padak, 2021) Hangi dönemde ve nerede yaşıyorsa yaşasın fark etmez.
Günaha düştükten sonra ilk ve acilen yapılması gereken şey tövbedir, pişmanlıktır, ders çıkarıp bir daha yapmamaya karar vermektir, karar verip azmetmektir. Azmedip arkasında durmaktır.
Ancak başlıkta belirttiğimiz husus, hastalıklara karşı koruyucu hekimliğe benzer şekilde günah işlemeye karşı alınacak kişisel tedbirlerdir. Bu tedbirler alınıp uzak durulabilirse, yolumuzu değiştirebilirsek ‘bela’ya bulaşmamış oluruz.
Bu durum günaha girme ihtimalimizi düşürür.
Resulullah’ın (sas) günahlara karşı hicret, yani günahı terk etme tavsiyesi, öncesinde önlem alıp uzak durma ameliyesidir ki, büyük hikmetlere mebni olduğu gayet açıktır. Bize düşen bu hayati tavsiyeye uymak, onun yolundan yürümektir. Yoksa çevremizde bizi günaha sevk edecek çok etken vardır. Nefsimize yüz verip şeytana yol açarsak günahtan nasıl uzak duracağız ki?
Beden sağlığımızı nasıl düşünüyorsak, hastalandığımızda nasıl yüklü masraflar yapıp en mahir tabiplere gidiyorsak, aynı şekilde ruhumuzun, özümüzün, benliğimizin, kişiliğimizin, imanımızın, teslimiyetimizin de hastalanmaması için en faydalı hekimlere ve en güçlü reçetelere başvurmamız gerekir.
Hekim belli, reçete belli.
Kur’ân’ın yüce düsturlarını hayatımıza hâkim kılmak için sünnet-i seniyyenin parlak ve apaydın yoluna doğru hareket edeceğiz. Hastane de orada, eczane de orada. Gönüllerin Tabibi (sas) de orada.
Salat ve selam ona (sas), âline, ashabına ve din gününe kadar yolundan güzellikle gidenlere olsun. Âmin.