Bir toplumda insanlar arasında uçurumların oluşmasına sebep olan kötü hasletlerden biri kibirdir. Kibir; sevgiyi, saygıyı ve empatiyi yok eden bir davranıştır. Hatta bu davranış, işlendikçe kanıksanmakta, insana hoş gelmekte, nefsi okşamakta ve yavaş yavaş bir hastalık gibi kişinin benliğini sarmaktadır. Kişiyi avucunun içine aldıktan sonra da topluma sirayet etmekte ve toplumsal bir hastalığa dönüşmektedir.
İnsanoğlu, yaratılışı icabı acziyetini, zayıflığını her daim göz önünde tutsa kibir tuzağına düşmez, ancak Şeytan ve onun insanda bulunan mekanizması nefis boş durmamakta ve insana acziyetini hatırlatacak, haddini unutturmayacak düşüncelerden uzak tutmaya çalışmaktadır.
İnsana verilen her nimette kibirle imtihan edilme potansiyeli bulunmaktadır. Para, güzellik, sağlık, makam, mal-mülk, ilim, aile…aklınıza gelebilecek her türlü nimette kibre düşme ihtimalimizin bulunduğunu unutmayalım.
Kibir öyle bir günahtır ki, yaratılışın ilk anından itibaren İblis’te kendini göstermiştir. Allah’ın buyruklarına riayet etmeyip verilen emre karşı gelerek, Âdem’e (as) secde etmeyi reddeden İblis, “Ben ondan üstünüm” diyerek, aşırı gurur ve kibri ile şeytanî bir tavır göstermiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “Sana emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan nedir? İblis dedi ki; ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” (el-Araf, 7/12) Ayette de görüldüğü üzere; kibir insanı Allah’a karşı gelmeye sevk eden, hakikate gözlerini kapattıran ve insanın benliğini ele geçiren çok tehlikeli bir hastalıktır. Bu durum sadece Allah’a karşı itaatten alıkoyan bir durum değil, yolun sonunda cennetten de alıkoyabilecek kadar yıkıcıdır. Nitekim Abdullah b. Mesud’un anlattığına göre, bir gün Hz. Peygamber (sas), “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurdu. Bunu duyan bir adam, “Ama insan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır.” deyince, Allah Resûlü (sas), “Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakikati inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” buyurdu. (Müslim, “İman”, 147)
Kibir toplum düzenini bozan ve güzel ahlaka ters bir davranış olduğu gibi diğer birçok kötülüğe kapı açan bir günahtır. Kibir, bir insanın benliğini sardıkça diğer günahlara da kapı açar. Bir insan kibir bataklığına düşmüşse, debelendikçe daha da batacaktır. Kibir aslında kötülüğün ta kendisidir. Bakın Resûlullah (sas) ne buyurmuş: “…Müslüman kardeşini küçük görmesi, kişiye kötülük olarak yeter…” (Müslim, “Birr”, 32)
Kibir, kişinin başkalarını küçük görerek nefsini onlardan üstün saymasıdır. Kibir kavramı genellikle “fahr” yani övünme, “ucb” diye ifade edilen kendini beğenmişlik ve “ihtiyal” yani büyüklenme gibi kavramlarla birlikte ele alınır. Zira bunların hepsi birbirini körükleyen ahlâkî tutumlardır. Kimi zaman soyluluk, güzellik, fiziksel güç gibi yaratılıştan gelen birtakım özellikleri; kimi zaman da Allah’ın kendisine sonradan bahşettiği zenginlik, makam, ilim ya da nüfuz gibi nimetler, kıskançlığa ve bencil tutkulara meyilli olarak yaratılan insanı kendini beğenmeye sevk eder. Önceleri kendini beğenen kişi, zamanla sahip olduğu güzel özelliklerle övünmeye, başkalarından farklı olduğunu düşünerek büyüklenmeye başlar. Çevresindekileri küçük görerek kendisinin “en üstün” olduğu hissine kapılır ve böylece kibir hastalığına yakalanır. (Hadislerle İslâm, 3/ 331)
Kibirle ilgili Mesnevi’de şöyle bir hikâye geçer:
“Küçük bir fare kocaman bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fare, kendi küçüklüğünü göremeden, ‘Meğer ben ne müthiş bir pehlivanmışım, develeri sürükleyebilecek bir yiğitmişim’ diye böbürleniyordu.
Bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, kibrinin şaşkınlığı içinde donup kaldı. Onun kibrinin farkında olan deve ise, manidar bir şekilde, ‘Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden! Neden durakladın? Neden böyle şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin? Yol ortasında böyle şaşırıp kalmak, sana yakışır mı?’ dedi.
Mahcup düşen fare, kekeleyerek, ‘Arkadaş! Bu su pek büyük, pek derin bir su, boğulurum diye korkuyorum.’ şeklinde cevap verir.
Deve suyun içine girip, ‘Ey kör fare! Su diz boyu imiş, korkmana gerek yok!’ dedi.
Fare çaresiz ve mahcup itirafına devam etti: ‘Ey hünerli deve! Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Benimki gibi yüz tane dizi üst üste koysak, ancak senin bir dizin eder.’
Bunun üzerine akıllı deve, fareye şu nasihatte bulundu: ‘Öyleyse, gurur ve kibre aldanıp bir daha terbiyesizlik etmeye kalkma; haddini bil! Sana olan hoşgörü ve müsamahama kapılıp şımarma; çünkü Allah, şımaranları sevmez!.. Var git, sen, kendin gibi farelerle boy ölçüş!”
Artık, iyiden iyiye gerçeği anlayıp utanmış bulunan fare, ‘Tövbe ettim, pişman oldum. Allah için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir!’ diye yalvardı.
Böylece deve, yine merhamet edip ona acıdı da ‘Haydi! Sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur. Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Zira vazifem, senin gibi yüz binlerce âcize hizmetten ibarettir.” dedi ve fareyi nehrin öbür tarafına geçirdi.
Kibir, kıskançlık, cimrilik, açgözlülük, nankörlük ve bencillik gibi Müslümana yaraşmayan pek çok kötü duyguyu hatta Hakk’a isyanı beraberinde getirir ki bu duyguların hâkim olduğu kalpte Müslümanlık alâmeti olan sevgi, merhamet ve güven gibi duyguların gelişmesi mümkün değildir. İslâm Dini bir yandan kişiyi kibirden olabildiğince uzaklaştırmayı hedeflerken bir yandan da onun ruhuna alçakgönüllülüğü yerleştirmeye çalışır. Zira, “Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, "selâm!" der (geçer)ler.” (Furkân, 25/63). Mümin, ihtiyaç sahibi kimselerin varlığını hesaba katarak yaşar, israfa kaçma korkusu ve lüks yaşamanın kendisine anlamsız bir gurur vereceği endişesiyle mütevazı bir hayatı tercih eder. İslam’a göre kibir, insana yaraşmaz ve azamet sadece Allah’a yakışan bir sıfattır. Onun dışındaki her büyüklük geçici ve izafî olup gerçek büyüklük ona mahsustur; o en yüce olandır. Müslümanlar da her gün ezanlarında, namazlarında ve zikirlerinde, “Allâhü ekber” diyerek onu tesbih etmekte ve Rablerinin yüceliğini dillendirmektedirler. (Hadislerle İslâm, 3/333-336)
Günümüzde kibir, yalnızca servetle ya da makamla değil; marka takıntısıyla, sosyal medyada hayatı abartarak sunma eğilimiyle, beğeni ve takipçi sayısıyla da karşımıza çıkıyor.
Herkesin ‘en gözde’ olmaya çalıştığı bu çağda, sade olmak neredeyse ayıplanır hale geldi. “Ben bilirim” tavrıyla yapılan tartışmalar, farklı fikirlere olan tahammülsüzlükle birleşince, kibir sadece kalpleri değil, ilişkileri de zehirlemeye başlıyor.
Kadınlar, evlerini, eşyalarını ve evlatlarını komşularına karşı bir rekabet aracı olarak görürken; erkekler, arkadaş ortamlarında kendilerinden az kazananı ya da daha az okumuş olanı küçümseyerek üstünlük kurmaktan geri durmuyor. Bu davranışlar aile içerisinde en küçük birey olan çocuklara da sirayet ediyor.
Ebeveynlerinin üstünlük yarışına şahit olan çocuklar, okulda arkadaşlarına yukarıdan bakmayı öğreniyor. Böylece kibir, yalnızca bireyin iç dünyasını değil; ailedeki huzuru, dostlukları, toplumsal dayanışmayı da kemiriyor. Oysa Allah katında değer, gösterişte değil; ihlâsta gizlidir.
Kibir hastalığı insanı insandan, kulu ise Rabbinden uzaklaştırır. Her nefeste tevazuyu aramak, her sözde haddini bilmek gerekir. Çünkü gerçek büyüklük, kendini büyük görmemekte; insanı insan olduğu için sevebilmekte saklıdır.
Rabbim, kalplerimizi kibirden arındırıp edep ve tevazu ile süslesin…