Okumak… okumak… okumak!
Sonra ne okuduğunu anlamak ve ardından şu büyük kâinat kitabının sayfalarını okumak gerekir ve elzemdir.
Her ne kadar okumayı bırakıp sadece izleme ve duyma yoluna girmiş olsak da…
Sadece gözleriyle okuyanlar...
Gözlerinin derinliklerindeki akılları ile okuyanlar...
Ve ne okuduğunu yaşayarak okuyanlar...
“Oku!” emriyle öncelikle kendini okumak gerektiğine inanıyorum.
Okumak, kâinatın sırlarını çözmek için gerekli olan tek ve yegâne anahtardır.
Bizi biz eden, elimize verdiği, ayaklarımızın altına serdiği ve üstümüze dam yaptığı sayısız kitabı okumak...
Gökteki yıldızı, güneşi, ayı, fezayı…
Yerdeki dağı, çiçeği, ırmağı, karıncayı…
Her biri kendine mahsus dilleriyle bize haykırmıyor mu?
Her birinin kendine mahsus, okumamız gereken bir harfi yok mu, alfabesi yok mu?
Birbirimizle uğraşmaktan kendimizi, çevremizi, baharımızı, kışımızı okumayı unuttuk.
Derinlerimizdeki bizi biz eden, özümüzü unuttuk, kendimizi tanımaz olduk…
Ne idik, ne olduk. Ne olacağımız belli olmayan bir yolda yuvarlanıp duruyoruz.
Okumayı unuttuk, lâl olduk…
Söylemeyi unuttuk, dilsiz olduk…
Görmeyi unuttuk, ama olduk…
Duymayı unuttuk, sağır olduk…
Okumayı, üç beş kitaba, videoya, resme bakmaktan ibaret zannettik.
Hâlbuki esas okumamız gereken “bizi” unuttuk.
Kendimiz kendimize yabancılaştı, tanışmaz olduk.
Karıncayı unuttuk, uçan kuşu görmez olduk, yağan yağmurun tanelerini okumadan toprağa düşüşünü unuttuk.
Özümüzdeki benliğimizi, bizi biz edeni unuttuk ve unutulduk…
Yani “gerçek okumayı” unuttuk.
Vesselam.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.