
Prof. Dr. Nurullah AGİTOĞLU
PEYGAMBER VARİSLERİ (Öğretmenler ve Din Görevlileri)
İslam Dininin ilme verdiği önem bilinmektedir. İlk emri ‘oku’ olan bir dinin bilgiye, öğrenmeye ve öğretmeye ehemmiyet vermemesi düşünülemez.
Birçok ayette ilim ve ilim sahipleri övülür:
Örneğin, “De ki: Ey Rabbim! İlmimi artır.” (Tâhâ, 20/114) ayeti bilgi ve öğrenmenin peşinin bırakılmamasını salık verir. Allah’a dua ederken ilmin artırılması hedefine odaklanmayı emreder. Varlık ve bilgi arasındaki kuvvetli irtibatın bir işaretidir, bu ayet. İlim arttıkça varlığın mahiyeti daha iyi anlaşılacak; kulluğun niteliği ve hedefi daha net ortaya çıkacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm bilgi sahiplerini bilmeyenlerle eşit tutmaz. Zira Yaratan’ı tanımaya götürecek bilgi kulun da derecesini yükseltecektir. Kendisine meleklerin secde etmeleri istenen Hz. Âdem’e isimler öğretilmiştir: “Allah Âdem’e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip, eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.” (Bakara, 2/31) Bu ayet şöyle tefsir edilir: “Âdem’e bütün isimleri, yani maddî ve manevi varlıkların, kavramların isimleriyle bunların özelliklerini veya isim verme, dil icat etme kabiliyetini öğretti. Melekler de kendilerine verilen bilme ve bilgi üretme kabiliyetinin Âdem’e verilenden farklı olduğunu ve bu sebeple halife olmaya onun ehil bulunduğunu anlayıp itiraf ettiler; Allah Teâlâ’nın ilim ve hikmetini, eserini görerek (ayne’l-yakîn olarak) daha üst dereceden tasdik ettiler.” (Kur'an Yolu Tefsiri,1/104-105) Bu durum, bilgiyle nasıl manevi dereceler katedilebildiğini göstermektedir. Bilgiyle donatılma yükselmeyi beraberinde getirmiş, insanı halife makamına çıkarmıştır. Ancak bilginin amacına matuf kullanılmadığında tam tersi sonuçlara yol açtığını söylemeye gerek yoktur. Neticede Cenab-ı Allah “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) buyurarak ilim sahiplerinin konumunu çok net bir şekilde belirlemiş ve bizim için de bunu amaç tayin etmiştir.
“Allah içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” (Mücâdele, 58/11) ayeti de çok açık ve net mesajını vermektedir.
“Allah'tan kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar korkar.” (Fâtır, 35/28) ayeti ise ilim ve takva arasında müthiş bir bağ kurarak, gerçek anlamda ilim öğrenenlerin takva mertebesine ulaşacaklarını, Allah’ı bilen ve tanıyan insanın ona saygı duymamasının mümkün olmadığını nazara vermektedir.
Geleneğimizde ‘İlim rütbesi en üstün rütbedir’ sözü meşhurdur. İlim öğrenme yükselme imkanını beraberinde getirdiği gibi sorumluluğu da artırır. Doğal olarak her nimetin külfeti de olacaktır. Bu külfet ilim öğrenme yolundaki zorluk ve sıkıntılar olduğu gibi onun getireceği mesuliyet katsayısının ağırlığına da işaret eder.
Yüce Kitabımızın ilim ve âlim üzerinde ne kadar önemle durduğunu yukarıda gördük. O Kur’ân’ı bihakkın tebliğ edip beyan eden En Büyük Öğretmenimiz’in (sas) ilim konusu ve âlimlere ilgisiz kalması düşünülebilir mi?
Şu rivayete dikkat kesilelim. “Kays b. Kesîr anlatıyor: Medine’den bir adam Dımaşk’ta bulunan Ebu’d-Derdâ’nın yanına gelir. Ebu’d-Derdâ ona, ‘Kardeşim, seni buraya getiren nedir?’ diye sorar. Adam, ‘Senin Resûlullah’tan (sas) naklettiğini öğrendiğim bir hadis.’ cevabını verir. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ der ki, ‘Resûlullah’ı (sas) şöyle derken işittim: ‘...Kuşkusuz âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak ne altın ne de gümüş bırakırlar; onların bıraktıkları tek miras ilimdir. Dolayısıyla kim onu alırsa büyük bir pay almış olur.’” (Tirmizî, “İlim”, 19)
Bilgi ve ilim öğrenme yolundaki herkes öğrendiği ve bildiği ölçüde âlimlikten belli bir pay hak etse de bu konuda en çok öne çıkan iki meslek bulunmaktadır: Öğretmenler ve Din Görevlileri.
Din görevlileri Peygamber mihrabı ve minberinde vazife yaptıkları için ilk anda ‘peygamber varisi’ payesine erişenler olarak akla hemen gelirler. Ancak ‘Ben bir öğretmen olarak gönderildim’ (İbn Mâce, “Sünnet”, 17) buyuran Resûlullah’ın (sas) mirası söz konusu olduğunda kıymetli öğretmenlerimizi de unutmamak gerekir.
Din görevlisi olsun öğretmen olsun Peygamber varisleri olarak nitelendirdiğimiz hocalarımızı düşündüğümüzde; Allah’ın mesajını bizlere taşıyan Peygamberlerin ortak bazı özellikleri aklımıza gelir: Doğruluk, Güvenilir olmak, Akıllı ve zeki olmak, Günahsız olmak, Tebliğ yani Allah’tan aldıklarını zayi etmeden insanlığa ulaştırma. Öyleyse bu sıfatların onların varisi olan öğretmenlerde ve din görevlilerinde de bulunması gerekir. Herkes için ideal olan bu vasıflar rol modeli olan ve toplumu yetiştiren, gelecek nesilleri eğiten bu meslek erbabında daha fazla ve öncelikli bulunmalıdır.
Doğruluk, emin (güvenilir) olma, akıllıca hareket, tebliğ gibi özelliklerin yanında ismet (günah işlememe) hasleti kafa karıştırabilir. Bu vasfın da Peygamberlerde Allah tarafından günahlara karşı korunma şeklinde olduğu, Peygamber varisleri ve bizler için ise zaten kulluğumuzun ana gayesi olan günahlara karşı kendimizi korumaya çalışmamız şeklinde anlaşılması gerektiği izahtan varestedir.
Peygamber varislerinin, bu unvana layık olmak için çaba sarfettiklerinde ve vazifelerini hakkıyla yerine getirmeye gayret ettiklerinde elde ettikleri fazilet ortadadır. Bunun ahiret semeresinin de ne olacağını hepimiz biliyoruz. Ancak bu durum onlara aynı oranda ağır bir sorumluluk da yüklemektedir. Örnek konumunda olan insanların salih amel veya günah işleme durumunda alacakları karşılığın alanı oldukça geniştir. Teşbihte hata olmasın ama bu durum, ekstra ayrıcalıklara sahip müşterilerin durumuna benzer. Ama risklerinin de ayrıcalıkları kadar büyük olduğu çok açıktır.
Peygamber varisleri sorumluluk ve fazilet noktasında böyle büyük bir dereceye sahip olduklarından dikkat etmeleri gereken önemli bazı noktalar vardır. Muhatap kitleye nasıl davranılacağı ve insan eğitme hususunda gösterilecek bazı ince davranışlar hususunda örnek kabilinden bazı hadislere bakalım.
Muâviye b. Hakem es-Sülemî (namazda konuştuğu ve sahabenin tepkisini çektiği zaman olanları) şöyle anlatmaktadır: “...Ne ondan önce ne de sonra daha güzel öğreten birini gördüm. Vallahi Resûlullah beni ne azarladı ne bana vurdu ne de hakaret etti. Sadece, ‘Bu namazda insan kelâmı konuşulmaz. Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur’ân okumaktır.’ dedi.” (Müslim, “Mesâcid”, 33) Düşünün, dinin en büyük ibadeti olan namazda konuşmuş bir yetişkin var. Ama çevresindekiler ona fazla tepki verirken Allah Resûlü’nün (sas) onu güzellikle, kırmadan, rencide etmeden uyarması ne kadar takdire şayan. İnsani ilişkilerde ve eğitim psikolojisi açısından ondan (sas) öğreneceğimiz ne kadar çok şey var.
Enes b. Mâlik tarafından rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Kolaylaştırın zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhârî, “İlim”, 11) Bütün işlerde kolaylaştırma prensibi taraftarı olan Resûlullah (sas) insanların bir işi yaparken severek, benimseyerek, özümseyerek yapmalarını uygun görmüştür. Verimli ve bereketli işlerin anahtarı da bu değil mi gerçekten?
Abdullah b. Mesud şöyle demiştir: “Resûlullah (sas) bıkkınlık vermekten endişe ederek bize vaaz vermek için uygun günleri kollardı.” (Buhârî, “İlim”, 11) İnsan eğitiminde uygun zamanı kollamak! Muhatap kitlenin hazır olduğu ve mesajı almaya en müsait olduğu vakti gözetmek! Din görevlileri, öğretmenler, ebeveynler ve herhangi bir şeyi öğretme durumunda olanlar! ‘Ben bir öğretmen olarak gönderildim’ (İbn Mâce, “Sünnet”, 17) hadisini daha iyi anlamaya başlıyoruz, öyle değil mi?
Hz. Âişe şöyle demiştir: “Resûlullah (sas) sizin gibi böyle hızlı konuşmazdı. Aksine yanındakilerin ezberleyebileceği kadar tane tane ve yavaş konuşurdu.” (Tirmizî, “Menâkıb”, 9)
İnsan karşıdakine değer vermelidir. Herkesin anlama kapasitesi aynı olmayabilir. Herkes aynı zekâ düzeyine veya aynı bilgi birikimine sahip değildir. Peygamber varisi konumunda olan din görevlilerimiz ve öğretmenlerimizin bu hususa dikkat etmesi gerekir.
Hz. Peygamber’in (sas) bizzat uygulamalarını göstererek öğrettiği bu iki meslek grubu, diğer meslek gruplarından farklıdır. Hayatta bazı mesleklerin icra ettiği işler vardır ki hepimizi ilgilendirmeyebilir. Her meslek grubuna işimiz düşmeyebilir. Ancak unutmayalım ki din görevlileri ve öğretmenlerimizin dokunmadığı hayat neredeyse yok gibidir. Her meslek grubunu yetiştiren bir öğretmen, o meslek sahibinin ahlakına yön veren bir din görevlisi olmuştur. Mühendisi, doktoru, çiftçiyi ilk satırlarla buluşturan, kalem tutmayı öğreten bir el vardır ve o elin ardında ilme adanmış kocaman yürekler saklıdır.
Burada meslekleri birbiriyle yarıştırma amacında değiliz. Hiçbir meslek grubu önemsiz değildir. Ama dikkat çekmek istediğimiz nokta Peygamber varisi olarak nitelendirilen insanların hem fazilet hem de ağır sorumluluk noktasında yaptıkları önemli iştir.
Peygamber varislerinin topluma karşı önemli ödev ve sorumlulukları olduğu gibi bizim de onlara karşı mesuliyetlerimiz bulunmaktadır. Yaptıkları iş itibarıyla onlara hürmette kusur etmemeli, onlara göstereceğimiz saygı sembolik olmaktan uzak gerçek anlamıyla bir saygı olmalıdır. Gözbebeğimiz olan ciğerparelerimizi emanet ettiğimiz bu insanların ne denli önemli olduğunu bir kere daha düşünmeliyiz.
Toplum olarak bazı güzellikleri kaybettiğimiz günümüz dünyasında dini, milli ve insani değerlerimizin gerektirdiği ölçüde insana kıymet vermeli, insan yetiştirenlere daha bir değer vermeliyiz.
Unutmayalım ki, geleceğimizi inşa ederken, ümmeti ve insanlığı ayakta tutacak temeller atarken en hayati işleri yapanlar, bu manevi inşaatın gerçek ustaları kıymetli öğretmenlerimiz ve değerli din görevlilerimizdir.
Peygamber varisi olmaya talip olmak kolay iş olmasa gerektir. Rabbim bizi Sünnet-i Seniyye’nin nurundan ayırmasın. Dünyada ve ahirette mesud olmayı öğretecek Peygamber varislerinden bizleri mahrum bırakmasın. Âmin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.