Bazen düşünüyorum da, galiba biz bu çağın hızını yanlış anlamış bir kuşağız. Hızlanınca çoğalacağımızı, acele edince daha çok şey yaşayacağımızı sandık. Oysa hayat, üzerine gelince duran o ürkek sokak kedileri gibi; fazla gürültü yapınca kaçıyor.
Hızlıca her şeyi tüketiyoruz: Zamanı, duyguları, ilişkileri, hatta kendimizi… Bir kahvenin köpüğü sönmeden, bitmesini isteyen bir telaşın içindeyiz. Daha çok görmenin, daha çok bilmenin, daha çok yetişmenin bizi daha “iyi” yapacağına inandırıldık sanırım. Ama gerçekte olan şu: Daha çok şey bilip daha az şey hissediyor, daha az mutlu oluyoruz.
Sanki toplumca bir “hız sendromu” yaşıyoruz. Sizce de öyle değil mi? Sohbetler çabuk, kararlar çabuk, vedalar çabuk… Bir mesajı geç gördüğümüz için özür diler hâle geldik; ne kadar ironik değil mi? İnsan, geç kalmaktan korkarken kendine varmayı erteliyor.
Bazen bir mekanda oturunca etrafa bakıyorum. Kimse aslında oturduğu sandalyede gerçekten oturmuyor; aklı bir sonraki toplantıda, bir sonraki bildirimde, bir sonraki planda. Oysa eskiden sohbetlerin bile kendine ait bir ritmi vardı. Şimdi ritim değil, titreşim dönemi: Telefon titreyince duygu değiştiriyoruz.
Ben kimseye kızmıyorum, kendime de kızmıyorum. Sitem ettiğim şey, bu acelecilik uğruna kaybettiğimiz küçük güzellikler. İnsan, bir çiçeğin açmasını bile hızlandırmak istiyor artık.
Fakat bazı şeylerin büyümesi için zaman gerek. Bazı cümlelerin dinmesi, bazı hislerin oturması için sessizlik gerek. O sessizlik yok bizde; her boşluğu doldurmak gibi garip bir ihtiyacımız var.
Belki de durmayı yeniden öğrenmemiz lazım.
Bir nefeslik bile olsa…
Bir sabah kahveyi acele etmeden içmek, bir şarkının sonuna kadar beklemek, birinin gözlerine bakarken gerçekten görmek… Bunların hiçbirinde büyük bir devrim yok; ama belki küçük bir huzur devrimi yaratabilir.
Ve kim bilir…
Belki yavaşladığımız gün, hayat da bize ilk kez acele etmeden gülümser..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.